28.12.10

bir "el"in nesi yok?

biri olsa,

sevdiğim çiçekleri, sevdiğim içecekleri, sevdiğim havaları, sevdiğim mekanları, sevdiğim kişileri seven; sevmediklerimden hazetmeyen..

"kalk, gidiyoruz." dediğimde "nereye?" demeyen, "şöyle yapalım." dediğimde "neden?" demeyen, "olur mu hiç, saçmalama." demeyen..

"incindim." dediğimde, "eskiyi özledim." dediğimde, "içim içime sığmıyor." dediğimde, "yoruldum." dediğimde tam olarak ne demek istediğimi anlayan..

derdimi anlattığımda ona yük olduğumu düşünmeyeceğim, saatlerce hiç konuşmadan otursak da sıkıldı mı diye tedirgin olmayacağım, ağlarken gözyaşlarımın omzunu ıslatmasından çekinmeyeceğim, neşeli olduğumda yaptığım çocukça davranışları garipsemeyeceğini bildiğim..

biri olsa,

adı hatice olsa,
benden biraz daha idrakli, benden biraz daha iradeli, benden biraz daha güçlü olsa...

bütün hayatımı verirdim ona.

7.12.10

ey çocukluğuma dalıp dipten kum çıkaran adam,

ben çamur olduğum için öyle sanabilirsin belki ama orada sadece kum yok. minik, pırıltılı şeyler de gömülü olmalı orada.

hadi biraz da onlardan çıkar da neşemizi bulalım.

2.12.10

sen baba ol, ben de anne olayım; tamam mı?

evlilikte eşlerin birbiri için ne ifade ettiğini, etmesi gerektiğini, etmesini istediğimi falan düşünüyodum.

kafamdaki en temel gereklilik "hayat arkadaşı" unvanında belirtildiği gibi eşlerin birbirine arkadaş olabilmesi. arkadaş, dost, sırdaş... biri leb bile demeden, ağzını açmadan; birinin bi bakışından diğerinin eşini çözebilmesi. kalp yakınlığı ve saire, ne dersen artık.

biraz derin düşününce eşimin "babam gibi" olmasını istediğimi fark ettim. ya da abim gibi. eşimin yanında kendimi serçe gibi hissetmek isterim. onun yanındayken bana hiçbir şey olmasın, sıkıntılarımın altından kalkamazsam tutup o beni çıkarsın, üzülürsem teselli edebilsin, mutsuzsam gülümsetebilsin, sarıldığında unutturabilsin...

erkekler de eşlerinin anneleri gibi olmasını isteyebilirler diye düşündüm sonra. özellikle şefkat konusunda. bi arkadaşım "erkek zaten evlilikte şefkatten çok ne ister ki?" gibi bir şey demişti, belki de ondan. ama bi kız olarak kendi adıma da yine böyle hissettim. yani, eşimin karnını doyurayım, hastalandığında baş ucunda bekleyeyim, eşyalarını düzenleyeyim, uyurken üstünü örteyim, hüzünlendiğinde sarılıp saçlarını seveyim, ağlamasın - çünkü erkeklerin ağlamasına dayanamam- ama ağlarsa oturup onunla ağlayayım istedim.

erkeklerin anneleri gibi, kızların babaları gibi insanlarla evlendiği yönünde bi genelleme var zaten aslında di mi? yoksa oktay beyle konuşa konuşa freudyen düşüncelere kapılmaya başladığımı sanabilirim.. her neyse.

en nihayetinde, başa dönecek olursak, dost dediğin zaten bu saydığım özelliklerin hepsini kapsıyor.

30.11.10

dayak cennetten neden çıkmış ki?

eğitimde şiddete karşı değilim.

eğitim dedimse hemen okuldaki mini mini çocuklar gelmesin akla. eğitilemeyen bir insan varsa, laftan anlamıyorsa, anlamayacaksa; dayak güzel bir çözüm olabilir.

ne birini dövmek istediğimde kendimden utanıyorum, ne de hak eden biri dayak yediğinde üzülüyorum. dayak kötü bir şey değil bence. gerekli bir şey. kullanmasını bilmek lazım, o ayrı.


nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir,
tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.  /zp

13.11.10

minik depresif

çok sevgili psikologum oktay beyden yaklaşık yedi sekiz aydır terapi alıyorum. son görüşmemizde kullandığım ilacı değerlendirmesi için bir psikiyatriste görünmemi tavsiye etti. ben de dün gittim, göründüm.

görüşme saatimin gelmesini beklerken kelimenin doğrusunun psikiyatr mı yoksa psikiyatrist mi olduğunu düşündüm. bana yunan yerine yunanlı demek gibi gelse de doğrusunun psikiyatrist olduğuna karar verdim.

görüşme sırasında oktay bey ile güzel soyisimli, güzel gözlü, güzel tebessümlü psikiyatrist hanımı karşılaştırdım. oktay beyin güzel soyismi ve güzel gözleri yok. ama tebessümü mükemmel. karşılaştırmada hiç çaba sarfetmeme gerek kalmayınca oktay beyi sandığımdan da çok sevdiğime karar verdim.

görüşme sonrasında da reçeteme yazılan "m. depresif"in ne demek olduğunu düşündüm. minik depresif olduğuna karar verdim.

minikim. depresifim. minik depresifim.

m yerine başka bir şey koymaktan iyidir. bence.

27.10.10

ben bir küçük kirpiyim

kirpiyim ben.

uzaktan sevilesi dururum ama

sevene illa batar dikenlerim.






cenk ve erdem beylerin söylediği gibi; gülü seven, dikenine saplanır.

23.10.10

hoş gör sen, aksın gitsin, aldırma.

burnun akmasını engelleyen bi ilaç, iyi ilaç değildir. akacak sümük, burunda durmaz. durmamalı. durursa baş ağrısı yapar zira.

soracıma akacak yaş, gözde durmaz. durmamalı. bunda da durmazsa baş ağrısı oluyor gerçi ama yine de durmamalı bence.

kalp ağrısının yanında baş ağrısının lafı mı olur hem, ayıpsın.



18.10.10

uyan artık, uyan! bitti rüya!



saat ikiye doğru başlayıp iki saatten biraz fazla süren; iki kişiden biraz fazla kişiyle iki fincan kahve, iki mandalina, iki sigara eşliğinde iki lakırdı ettiğim misafirlikten sonra eve dönüp yattığımda her gece olduğu gibi yine uyuyamadım.

önümde uyumak için az zamanım, kafamda yapmak istediğim çok şeyim vardı. uyuyamadığımı görünce en yakın olandan başlayayım dedim.

bu bloga yazmayarak geçirdiğim zamanlar, tekrar yazmaya başlayacağım zamanı öteleyip duruyordu. arada bıraktığım boşlukların boş olarak kalması beni rahatsız ediyordu da, biraz başak burcu olduğum için... yatıp düşünürken kendime "ara vermek" gibi bir izin çıkarıp bu sıkıntıdan kurtuldum hemen. aralar boş olur çünkü. hem uğraşıp didinip doldursam da muhtemelen özetle şu şekilde olacaktı:
"falanca tarih: üzgünüm., filanca tarih: üzgünüm., falanca tarih: üzgünüm., filanca tarih: yaşasın, mutluyum!, falanca tarih: of, yine çok üzgünüm."...


işte şimdi aradan sonra tekrar başlıyorum. sen de okuyorsan "başlıyoruz." da diyebilirim.

uzun süredir yatıyordum. kalkmak istiyorum artık. hamdolsun -nihayet- kalkıp yürüyebileceğime, hatta koşabileceğime dair enerji de hissediyorum içimde. ama o kadar uzun zamandır yatıyorum ki, her yanım uyuşmuş. hareket ederken zorlanıyorum. ufak ufak şeylerle harekete başladım şimdilik ama aslında koşmak istiyorum. koşabilene kadar uğraşırken enerjim bitmesin istiyorum. yapabileceğim her şeyi yapmak istiyorum.

"yapabileceğim"i açmak vardı aklımda ama vazgeçtim şimdi.

beni böyle yapan, şimdiye kadarki hayatımdaki en değişik
şey hâlâ hayatımda. iyi veya kötü demiyorum; bazı açılardan iyi, bazı açılardan kötü. en değişik, yani en beklenmeyen. ya da en olmaması gereken. çorbanın içindeki sinek gibi, kömürlükteki çiçek gibi... ama belli ki olması gerekiyormuş, olmuş. o olmuş diye ben ölmüş müyüm? ölmemişim. ölmek, hayattaki kişinin başına gelecek en mutlak şey zaten. orası da başka mesele.

hasıl kelâm, ölmediğime göre yaşamaya devam etmem lazım, diyecektim.


*

yazı yazmayı da unutmuşum galiba biraz ama devam ettikçe alışırım. olmuyor diye bırakmamak lazım. bunu öğrendim artık.